Gülmeye ve Deliliğe Dair
Başlık
pek güzel bir kitabın da başlığıdır. Hipokrat’ın yazdığı rivayet edilen, haydi
biz de roman diyelim, Ayraç Yayınları’ndan çıkmış, değerli hocalarımızdan Mehmet
Ali Kılıçbay çevirmiş; hikayesi pek kısa ama kıssası derindir.
Abderalılar filozofları Demokritos’u (MÖ.460-370) o kadar çok,
o kadar çok seviyorlardır ki, onun kendilerine tuhaf gelen davranışlarını gördükçe,
özellikle de attığı kahkahaları duydukça
hasta olduğunu, kısa zamanda sağaltılmazsa yitireceklerini düşünüp çare arama
derdine düşerler. Çare ne? Delirmiş bir filozofa bir başka düşünürden başka kim
yardım edebilir. Hipokrat’tan (MÖ.460-377) hani şu Hipokrat Yemini’nden
bildiğimiz ünlü hekimden yardım isterler. O da kara kaygılara düşer; dostu bir
başka filozofa Halikarnas’lı yani bizim Bodrum’lu Dionusios’a anlatır
durumu.
“Demokritos için mutlaka Abdera’ya gitmeliyim, çünkü hastalandı
ve kenti benim oraya gitmemi istedi. Dionusius bu insanların onu ne kadar
sevdiklerini sana anlatamam. Kentin tümü, sanki tek bir ruhmuşçasına, hemşehrileriyle
birlikte hastalandı. Bu durumda onların da tedaviye muhtaç olduklarını sanıyorum.
Ben kendi hesabıma, söz konusu olanın bir hastalık değil de, aşırı bir bilgi
olduğunu düşünüyorum.”
Hipokrat’ın karısı
Sevgili
okur bu yazıda sana Hipokrat’ın Demokrit’i ya da
Abderalıları ya da kendisini nasıl iyileştirdiğini anlatacak değilim; öncelikle
niyetim, ünlü hekimin bu kutlu görev için Abdera’ya giderken karısını dostu
Dionusios’a emanet etmesinin hikayesini aktarmaktır. Böylece kadının kurtuluşunun
ne büyük mücadeleler gerektirdiğini, kaç yüzyılın bu işi çözemediğini, kadınların
hala özgür olmadıklarını sana anlatmak gibi, belki de ukalaca, bir işe girişmiş
olurum. Siz de o tarih kesitinin belli ön kabullerle okunursa ancak yararlı olacağını
söyleyebilir, haklı da çıkarsınız. Ama ben yine de evvel eski ısınamadığım bu “tarihsel”
iki yüzlülüğü anlatmaktan vaz geçecek değilim.
Şöyle yazıyor mektubunda ünlü hekim: “Evimde çok iyi koşullarda
kalacaksın, çünkü karım benim yolculuğum süresince akrabalarında kalacak. Ama
sen yine de onun davranışlarına bakar ol; aklı başında bir şekilde davranmasına
ve kocasının yokluğunun onun düşüncesini başka erkeklere yöneltmemesine dikkat
et. O her zaman namuslu olmuştur. (...) Fakat her kadının onu frenleyecek
birine ihtiyacı vardır, çünkü kadın doğası gereği belli bir ölçüyü kaçırma eğilimine
sahiptir. Eğer hatası gün be gün düzeltilmezse tıpkı ağaçlar gibi ürer ve gelişir.
Ben kendi hesabıma bir dostun karıma akrabalarımdan daha titiz muhafızlık
yapacağını düşünüyorum; çünkü bir dost arkadaşının karısıyla onu azarlamasını engelleyen
şu şefkate dayalı samimiyet ilişkisi içinde değildir.”
Her ne kadar mektuptaki “Bilgelik iyilikseverlikten
etkilenmeyen soğukkanlılık sayesinde sürekli artar” cümlesini beğensem de
kadınlar için kullanılan bir kelimenin birebir çevrisini dipnotta okuyunca, “kelimesi
kelimesine: kadında akolaston yani yontulmamış, ayıklanmamış bir yan
vardır”, neredeyse tümüyle soğuyacaktım Hipokrat’tan. sf.44.
O
günlerden bugünlere büyük bir övgüyle,
hayranlıkla taşıdığımız tarihi de, felsefeyi de kendi tarihsel iç tutarlılığı içinde
görürken o iç tutarlılığın artık bizim için bir anlamı olmadığı gerçeğini sık sık
dile getirmekte fayda var. AntikYunan’da kadının durumu pek içler acısıydı. Mülkiyet
esasına göre örgütlenmiş Yunan demokrasisinde kadının mülk sahibi olması yasaktı.
Ünlü ilkçağ tarihçisi G. Ernest Maurice de Ste. Croix, Antik Yunan Dünyasında
Sınıf Mücadelesi adı çalışmasında (Yordam Kitap) durumu bir cümlede özetledi:
“Tek bir aile içinde koca en üst sınıfta yer alırken, mülksüz karısı (...)
gerçekten de çok düşük bir konumda olabilir; fakat yaşam tarzı açısından kadın
da kocasının statüsüne göre yer edinecektir.” sf.137
Demokrit neden gülüyor?
Her
neyse artık Gülmeye ve Deliliğe Dair adlı kitabın
asıl meramına da biraz yer ayıralım. Abderalıların olur olmaz her şeye güldüğü,
kahkahalar attığı, içine cin girdiği için artık delirdiğine inandıkları Demokrit,
Hipokrat’ı pek güzel karşılar. Uzatmayalım, neden güldüğünü, neden kahkahalar
attığını anlatır. “Ama ben, der, arzularının ölçüsüsüzlüğü nedeniyle
dünyanın uçlarına ve derin çukurlarına varana kadar her yerde macera arayan,
altın ve gümüş eriten, bunlardan edinmekten hiç vazgeçmeyen, düşünmemek için,
bunlardan hep daha fazlasına sahip olmak için çırpınan insana gülüyorum.”
Özetle der ki: “Ve topraklarını, hayatı adeta bir ceza
gibi yaşayan zincire vurulmuş esirlere kazdıran bu insan, kendini mutlu olarak
ilan ederken hiçbir vicdan azabı duymamaktadır. Bu insanların, hemen gözlerinin
önündekine şiddet uygulamaları ne de gülünesi bir iştir. Bazıları geniş bir
toprağın etrafını çevirerek ona mülkiyet damgası vururlar ve büyük
malikanelerin hakimi olmak isterler, ama kendilerine hakim olamazlar.”
Gülmesin mi şimdi Demokrit bu adamlara? “Zengin değillerse
zenginlik isterler. Eğer zengin olurlarsa bunu saklar ve bakışların erişmeyeceği
yerlere koyarlar. Ben onların başarısızlıklarıyla alay ediyorum.
Talihsizlikleri karşısında kahkahalara boğuluyorum, çünkü hakikatin yasalarını
çiğniyorlar.”sf.64
Hekimler
hekimi Hipokrat sonunda “hastasının
hasta olmadığını” anlar, onu heyecanla bekleyen Abderalılara
“Dostlar, der, beni yurdunuza elçi olarak davet ettiğiniz için size çok
şey borçluyum, çünkü bilgeler bilgesi, insanları yola getirecek tek kişi olan
Demokritos’u gördüm.” der. sf.72
Mağaradan çıkma zamanı
O
yıllardan çok sonra delilik üzerine
yazan Roterdamlı Erasmus (1465-1536) bilgeliğin delilik olduğunu, ama
aynı zamanda kendini bilge sanmanın da gerçek delilik olduğunu pek güzel
anlatmış; Deliliğe Övgü (BFS yayını;
Çeviren Nusret Hızır) adlı olağanüstü eserinde hicvetmediği hiç kimse bırakmamıştır.
Bu arada Platon’un ünlü “Mağara” alegorisini, benzetmesini de
unutmayan Erasmus’un delileri, benzetmeyi yaratıcı bir şekilde reprodukte -ne güzel
laf buldum ama!- eder, yorumlarlar. Platon zincire vurulmuş insanların gölgeden,
görüntüden başka bir şey görmedikleri bir mağara tasarlamıştı. İnsanlardan biri
zincirlerinden kurtulur, mağaradan dışarı çıkar, gerçek varlıkları görür, sonra
gelip arkadaşlarına “siz ne bahtsızsınız! Yalnız boş gölgeler görüyorsunuz,
bunlardan gayri başka hiç bir şeyin var olmadığına inanmakla büyük bir yanılgıya
düşüyorsunuz. Gerçek varlıklar bu mağaranın dışındadır, ben onları biraz önce gördüm”
der. sf.147
Daha
ne desin.
Biz
de artık mağaradan çıksak, sürekli gölgelerle
bizi aldatanlarla hesaplaşsak, tıpkı vergi üstüne vergi konulduğunda sesi çıkmayan,
ama ölçüyü kaçıran son vergiden sonra çılgın kahkahalar atan, gerçeği görüp
deliren halk gibi olmayı denesek olmaz mı? Olur neden olmasın? Çünkü biz de
nihayet delirip, canımıza okuyan krizlerin sorumlularından hesap soramaz mıyız?
Demokrit’in izleyicisi, büyük ozan Lucretius’un (MÖ.95-55) Evrenin Yapısı’nda
(Norgunk Yayını. Çev: Tomris Uyar-Turgut Uyar) dediği gibi bir türlü
içinden çıkamadığımız savaş tehdidinden kurtulmaz mıyız? “Denizde ve karada
süren kıyıcı savaş bitsin” demiyor muydu büyük ozan. sf.14
Biliyorum
şimdi akıllı okurlar, “böyle daldan
dala atlayarak sayfayı doldurdun, ne dedin sonunda” diye bıyık altından gülüyorlar
bana.
Ama
ben de işte ne yapayım; bunca akıllı arasında
deliliği, gülmekle delilik arasındaki ilişkiyi, delirmenin zamanının geldiğini
anlatmayı hiç değilse denemedim mi?
Yorumlar
Yorum Gönder